mutlaka okunması gerekenler

  • Sevdiğim Kitaplar: Kürk Mantolu Madonna,Dublörün Dilemması,Korkma Ben Varım

12 Nisan 2012 Perşembe

Cariyenin Aşkı




  Yavuz Sultan Selim Han, Mısır’ı fethettiğinde, idareyi eline alıp kendi hakimiyetini yerleştirmek için bir süre orada kalmış. Bu sırada bir çadırda kalıyormuş. Çadırı süpürüp temizleyen, yemeği yapan Mısırlı bir cariye varmış ki, Yavuz Selim Han sabah çıkınca, cariye geliyor, akşama kadar çadırı temizleyip yemekleri hazırlayıp gidiyor, akşam olunca da Yavuz Selim Han çadırına dönüyormuş.

Cariye nasıl olduysa bir kaç defa Yavuz Sultan Selim Hanı görmüş ve Ona âşık olmuş. Ama ümitsiz bir aşk. Zira bir tarafta koskoca cihan padişahı Halife-i Rûy-i Zemîn, diğer tarafta basit bir cariye...
Fakat cariyenin aşkı dayanılmaz boyutlara ulaşıp da kalbine sığmaz hâle gelince, ne yapacağını bilmez hâlde Halife’ye açılmaya karar vermiş. Lâkin aradaki uçurum cariyeyi iyice çıkmaza sokuyor, kararsız hale getiriyormuş. Bir yandan aşkının dayanılmaz baskısı, diğer yandan aradaki devasa farkın kendini engellemesi arasında bocalayan cariye, Halife’nin karşısına çıkma cesaretini kendinde bulamadığından, yazıyla ilanı aşk etmeye karar vermiş. Ve 3 kelimelik bir not yazarak Halife hazretlerinin yatağına bırakmış. Notta şöyle yazıyormuş:

DERDİ OLAN NEYLESİN

Akşam çadırına gelip de yatağının üzerinde küçük bir kağıt parçası bulan Yavuz Sultan Selim Han, kağıdı okuyunca bu notu yazanın, çadırını süpüren cariye olduğunu anlamış. Ve kağıdın arkasına cevabını yazmış:

DERDİ NEYSE SÖYLESİN

Kağıdı, sabah aynı yere bırakmış ve çıkıp gitmiş. Bir müddet sonra Cariye, temizlik için çadıra geldiğinde ilk iş olarak kağıdı aramış. Kağıt bıraktığı yerde duruyormuş. Kaparcasına kağıdı alıp okuduğunda heyecanı bir kat daha artmış. Halife’nin cevabından cesaretlenen cariye, kağıdı çevirip dünkü notunun altına şu cümleyi eklemiş:

KORKUYORSA NEYLESİN

Akşam olmuş. Halife çadıra dönmüş. Kağıdı okumuş. Cevabı yazmış:

HİÇ KORKMASIN SÖYLESİN

Sabah bu cevabı okuyan cariye artık kararını vermiş: Aşkını bu akşam halifeye söyleyecek. Ne olacaksa olsun artık. Ve o gün temizliği bitirdiği halde gitmeyip Halife’yi beklemeye başlamış.
Yavuz Sultan Selim Han akşam çadıra dönünce cariyeyi kendisini bekler bulmuş. Cariye, Halife’yi görünce hemen ayağa kalkıp temenna durmuş. Yavuz Selim Han "Buyurunuz, sizi dinliyorum" deyince, cariye bütün cesaretini toplamaya çalışırken, titreyen ellerini gizlemek için elleriyle dirseklerini tutarak kollarını kavuşturmuş. Heyecandan yüzü kıpkırmızı olmuş. Kalbi yerinden fırlarcasına atarken, titrek ve mahçup bir sesle: "Efendim!” demiş. Cariyeniz... Size..." ve cümlesini tamamlayamadan yığılıp kalmış.

Kalbine sığmayan aşkını söyleyemeden ruhunu teslim eden cariyenin, bu tertemiz aşkı karşısında koca halife etrafındakilere dönerek gözyaşları içinde şu irade-i kelamda bulunmuş: “Gerçek aşkı şu cariyeden öğrenin. Zira âşık, mâşukunun yolunda olur ve o yolda ölür.”
işte bu olaydan sonra yavuz sultan selim han bu dörtlüğü kaleme almıştır..

Merdüm-i dideme bilmem ne füsun etti felek
Giryemi füzun eşkımı hun etti felek
Şirler pençe-i kahrımda olurken lerzan
Beni bir gözleri ahuya zebun etti felek

Günümüz Türkçesiyle:

''bilmem ki gözlerime felek nasıl bir büyü yapti ki
gözümü kan içinde birakti, aşkımı artırdı
benim pençemin(gücümün)korkusundan aslanlar(bile)titrerken
felek beni bir ahu gözlüye esir etti..''



11 Mart 2012 Pazar

Sezai Karakoç sohbetinden..

İnsanın her zaman ellerini semaya kaldırıp dua etmesi gerekmiyor.Çok istediği bir şeyi ama gerçekten çok istediği bir şeyi kalbinden 'lütfen Allah'ım nasip et bana' demesi bile dua yerine geçiyor.Bunu pek çok kez yaşadım;biliyorum.En son Sezai Karakoç ile tanışmam da yaşadım.Onunla tanışmamı daha sonra uzun bir yazıda ele alacağım ancak burada bir-iki cümle etmeden de geçemeyeceğim. Sezai Karakoç ile tanışmayı çok istiyordum.Bu tanışma isteğim 'ötelerden' kabul görmüş olacak ki tanışmak nasip oldu.Üstadı merak ediyordum.Bu merakımın sebebi Mona Roza'dan kaynaklanıyordu.Evet başka pek çok güzel şiiri vardı ama Mona Roza başkaydı.Çünkü o bir sırdı,Türk şiirinin en güzel imkansız aşk şiiriydi.Sadece şiiri değil kendisi de Türk edebiyatının yaşayan en önemli üstadlarından biriydi ve aynı zamanda en önemli sırlarındandı..Sır diyorum zira Mona Roza şiirinin hikayesini tam olarak kimse ondan dinlemedi/okumadı.Yakın geçmişte(2007 yılı) Ahmet Hakan'ın köşesinde bu konuya değinmesi sonucu Muazzez Akkaya'nın kızının e-postayla ulaşmasıyla 'sır çözüldü' dendi.50-60 yıllık süreçte üzerine efsaneler üretilen ''Mona Roza'' gerçeğinin ortaya çıkmasıyla herkeste bir hayal kırıklığı oluştu.



Keşke Ahmet Hakan böyle bir yazı yazmasaydı ve bu hep efsane olarak kalsaydı diyenler oldu..Zaten geçtiğimiz yılın sonlarına doğru geyve.com internet adresinin Muazzez Akkaya ile yaptığı röportaj sonrası her şey apaçık ortaya çıktı.Bu röportajı okuyunca 'yıllardır üzerine efsaneler üretilen kadın bu muymuş?' diye sordum kendi kendime.Gerçekten çok yazık.Hani oradan buradan gelen tepkilerde de bir hayal kırıklığı sezilmiyor değil.“Keşke konuşmasaydı” diyenler de var, “keşke bilmeseydik” diyenler de... Açılan pencerelerde gözüken,hayalimizdeki Akkaya ile örtüşmüyor,çünkü. Uğruna hayatın ve şiirin feda edildiği kadının röportaja yansıyan silüeti bir hayal kırıklığından başka bir şey değil.Ancak bence iyi ki konuşmuş. Diğer türlü Leyla ile Mecnun hikayesinin çağdaş versiyonundan başka bir şey olmayacaktı.Şimdi açığa çıkan Sezai Karakoç'un kendisidir. 'İmkansız bir aşkın,yüreğe gömülen bir sevdanın ve ölerek yaşamanın hasılası,şiirinin ve tefekkürünün kendisidir' sonuçta bu durumda söyleyeceğimiz tek cümle var: Leyla konuşmuş, Leyla olmadığı ortaya çıkmıştır.
  




 Neyse.. 

Bu Mona Roza meselesini daha fazla uzatmayayım.Diğer yazımda uzunca ele alacağım zaten.
Eğitimci-Yazar Mahmut (Balcı) hocamdan her cumartesi üstadın Hasekideki mekanında sohbet ettiğini öğrenmiştim.Ancak bir türlü gitmek nasip olmamıştı.Dün akşamki sohbetine gitmek nasip oldu.
Evden çıkıp hasekiye varana kadar düşündüm.Günümüz insanı bilinmek,görünmek,övülmek isterken  dünyanın en muhteşem şiirlerinin sahibi olan bir şair Sezai Karakoç bu çağda bunların hepsinden kaçıyordu.
peki niçin?
Geçenlerde  Cumhurbaşkanı Abdullah Gül'ün verdiği ödülü bile almaya gitmedi Çankaya Köşküne..
peki niçin?
Hiçbir Tv programına katılmıyor hiçbir röportaj vermiyordu.
peki niçin?
Adeta yaşayan sırdı.Bunu nasıl başarıyordu?hep düşündüm..
Bunları düşünürken Üstadın mekanına varmıştık Mahmut Hocamla birlikte.Saat 20:30 da başlayacaktı sohbet. Ancak on dakikalık bir gecikme oldu..Önce kısa bir sohbetten sonra sorulara geçti.Sohbetinden alabildiğim notlardan bir kısmını burada paylaşmak istiyorum.

''Biz müslüman olarak dünyaya geldik'' dedi ve devam etti.
''Hazıra konduk.Bir hristiyan gibi değiliz.Bir Hristiyan müslüman olmak için ne kadar uğraşır.Bizler mirasyediler gibi olmamalıyız.Böyle olursak sonra elimizdeki imkanlar gider.Müslümanlar olarak en iyi coğrafyadayız.Müslümanları uyandırmak esas gayemiz.Yoksa yeni bir şeyler getirmek değil.Bazen elinizde olmuyor.Sonradan gelecektir.Mesela bugün dergiler  kuşe kağıda çıkıyor.Biz öncesinde hamur kağıt bulamazdık.Allah isterse veriyor.Onun hazinesinde bir sorun yok.Ümitsiz olmamalıyız.Her şeyin değerini bilip onu saklamalıyız''

Üstadın bunları anlatırken samimiyeti,içtenliği o sırada ikram edilen çaylar doyumsuz bir huzur, bulunmaz bir mutluluk veriyor.Hele birde aralara sohbetin serencamını bozmadan yapılan doğal esprileri çok ciddi bir mesele konuşurken bile kendinizi kahkahalar atarken bulabiliyorsunuz..

Onu tanımakta geç kaldım galiba.Seksenli yaşlarında nasip oldu tanımak..Bugüne kadar 59 kitap yazmış sayısız makalesi olan Üstadın düşünce dünyasından elimden geldiği kadar faydalanmaya çalışacağım.
imkanım olduğu sürece...
                                                                                                                                       israfilyumuk

4 Mart 2012 Pazar

Dünyada her çeşit insan var.Tevazu sahibi olanda,'sıra dağları ben yarattım' modunda olanda.gerçi bu modda olanlar -bence- hep hayatı ıskalamış insanlardır.çünkü sadece kendilerinin yaptıklarını doğru sanırlar.sözünün üstüne söz söyletmeyecek kadar 'bilgiç'dirler.Ne var ki bilgiç olmadıklarını ya hayatlarının belli  bir döneminde yaptıkları büyük bir hatayla öğrenirler (deyim yerinde 'kafalarına dankeder') ya da ömürleri böyle gelip böyle geçer.öyküdeki berberde tamda böyle biri.Küçük çocuğu 'aptal' zannediyor ama gerçek öyle mi? asıl aptal kim?bunun cevabınıda öyküden öğrenelim:






Berber, sokakta oynayan çocuklardan birini çağırdı ve o gelince cebinden biri beş milyonluk, öteki beşyüzbinlik, iki banknot çıkardı, çocuğa uzattı:

Berber saçlarını kestiği iş adamının kulağına eğilerek yavaş bir sesle, çocuğun aptallığını izlemesini söyledi.
Sonra da çocuğa döndü ve “bu iki paradan hangisini istiyorsan alabilirsin, Ali” dedi
Çocuk,her iki banknota da dalgın dalgın baktıktan sonra beşyüzlük banknotu bir çırpıda kaptı ve hızla dükkandan fırladı,arkadaşlarının yanına koştu.

Berber,müşterisi iş adamına döndü:
“Daha öncede söylemiştim ya bu çocuğun ne kadar aptal olduğunu” dedi.”işte şimdide gözlerinizle gördünüz onun aptallığını”

saçının kesilmesi bittikten sonra iş adamı berberin dükkanından çıktı ve biraz ileride arkadaşlarıyla oynamakta olan Ali’nin yanına gitti.ve ona neden beşmilyonluk banknotu değil de, beşyüzbinlik banknotu aldığını sordu.
Çocuk, hiç de aptalca olmayan bir ifadesiyle iş adamının yüzüne baktı hafifçe gülümsedi:

“Bu oyunu çok seviyorum” dedi. “Beş milyonluğu alırsam oyun biter.”                           
  •                                                            
Hani kıssadan hisse çıkarmak vardır ya!Okuduğumuzdan,gördüğümüzden,duyduğumuzdan ibret almak.
ibret alıp o duruma düşmemek.Allah'ın bile insanlar hakkındaki hükmünü ömürleri sona erdikten sonra verdiğine inanırken,,hangi cesaretle insanları birkaç kez görmek,iki-üç yazı okumak,birkaç dedikodu dinlemekle yargılama hakkına sahip olabiliyoruz?

Bunu kendimize sormak gerekmez mi?